Bu gerçekten kim saklanabilir?
Kim inkar edebilir ki doğarken ağlamadığını ya da bana doğum sancısı ile gözyaşı tatmamış bir kadını göstermeniz mümkün mü? Beni önce anneme sorun diyor çocuk… O, göz yaşının rengini en iyi tanımlayan bakışlara sahip…
Yıl 1980, mevsim cemrenin toprağa henüz düşmediği Şubat’ın ilk günü, yalan değilse böyle söyler takvimler. Şehir görmemiş bir kadını tekmeleyerek hayata fırlamış çocuk, yani ben, artık acelem neyse… Bir anneyi üzmek, ağlatmak ve canını acıtmak daha doğum esnasında başlar… Çocuğun ağlayarak dünyaya gözlerini açması da bundandır.
Yaşamın omuzlara yüklediği sorumluluk dışında, bir de bedeline razı olduğumuz olaylar vardır. Dedim ya hani cemrenin toprağa henüz düşmediği, fezanın eteklerindeki kara bulutların dağılmadığı esnada uyanmışım hayata ve ben ki acının ahengini dünyanın en güzel kadınının çektiği acı ile tanıdım.
Nihayet doğum günüm kutlu olsun…
Şerefine bir çoğumuzun kadeh kaldırdığı ve kahkahalarla üflediğimiz mum ışıklarının hepsi yalan… Gerçek olan tek şey, o da geride bıraktığımızı zannettiğimiz göz yaşları…
Doğmak bir kadının hayatını gasp etmektir çoğu zaman, işte delili…
Anne olmak hayatın en zor işidir…
Doğdu çocuk… Emdi, yedi, içti ve sonra utanmadan anne sen beni anlamıyorsun, bana ne yaptın ki, madem öyle doğurmasaydın, ben mi doğmayı istedim dedi. Bunca yüzsüzlüğün ardına sığınarak anneyi üzmeye devam etti…
Pişmanlıkların diz boyu olduğu yaşam içinde ne zaman zorlansa anne der insanoğlu ama her düze çıktığında da ilk unuttuğudur o kadın…
Anne olma erdemini, baba olma şerefi ile silip atanlar, dönüp bir baksınlar kendilerine sizi kim doğurdu delikanlılar?
Esaretin bedelini kendi vicdanında ödemeye çalışan çocuk…
Fazla kıvranma, bedelini pişmanlıklarla ödeyemeyeceğin kadar borçlusun…
Şimdi koş o çok arzu ettiğin sevdalarına ve ısın ısına bileceksen anneyi sattığın avuçlarda…