önce ses öldü…
ardından—
ölümün parmak uçlarında
tırnağımdan sıyrılan
ağdalı bir sızı belirdi
yalnızlığın görkemli kırığıydım
ve ben
henüz varlığa tam kavuşmamış sancıyken
ayrılığın kemik kıran ağrısı
zamansız çöktü ruhuma
sonra sessizlik öldü
sıradan bir suskunlukla değil
öyle ki—
kendi yankısını bile
rahminde barındıramayan bir boşlukla
ne gök vardı ne yer
yalnızca
kendi içine kapanarak sönen
bir varlık lekesiydi benliğim
zaman—
göz kapaklarımda ağır bir mermer
her saniyesi kavimlerin helakı
her nefes, ebabillerin taş laneti
öyle ki—
kalbim artık kan değil
kehanetler dolaştırıyordu damarlarımda
bu gece, şehri içime gömdüm
duvarları susmaya yeminli
pencereleri…
her biri başka bir yoksunluğa açılı
ve ben,
şehrin en ıssız sokağında
kendi suretimin
tarihsiz mezar taşını arıyordum
adımı unuttum
her harfin gölgelerle örüldüğü
sana olan aşkın cürümüyle
gizli başlığıyla geçirilmiştim tutanaklara
aşk…
bir sığınak değildi sadece
yıkıntılarımı arafta bırakan
bir zelzele—
gökten içe inen
toprağın altındaki suskunluğun
yüzüme çevrilmiş azabıydı
sen mi?
benliğimin ötesinde
inkârımın işveli cilvesi
ne dokundun
ne geçtin
ben mi?
sana değmemiş yanlarımdan
nar gibi bölündüm
her parçam ayrı bir coğrafyada
arkeolojik çalışma gerektiren
kavimler göçünün ayak izlerini taşıyor
bir bilsen…
yüklenen tüm anlamların anlamsızlığında
fezanın çatık kaşlarına kundaklanmış
faili meçhul benliğim
ölüm arkında
bir kitap açıldı
sayfaları külden,
satırları rüzgârla yazılmış
h’içliğin aralığında
son cümlesi şunu fısıldıyor:
her şey biter
ama bazen—
en çok da
bitmemiş olan yakar