ölüme az, sabaha daha çok var…
soyutlanıp benliğimden çekiyorum zan perdelerini
tün vakitlerine kurup durduruyorum saatleri
dönmekten divane olan dünyaya bakıyorum
kendi boşluğuna pervane dönerken insan
altın sarısı ovalardan boş çöllere geçiyorum
gül renginin kül rengine bulaştığı bir vadi
bir düşün salıncağına kuruluyor gözlerim
deliren alemde sabır kundaklayıp yüreğime
başakların boy verdiği dikenlerden geçiyorum
yakartop oynayan meleklerin güneşe dokunuşunu
ve dağları biçen insanın doyumsuzluğunu gördüm
altın sarısı ovaların ardındaki siyah duman
uzayıp giden boş çöllerin arkasında gül kurusu
kum ile fırtına savaşında karınca yuvası ben
öfke kusan hallerden geçip gönül divanına varıyorum
kurumuş dudaklarıma değen su damlasının ölümü gibi
ruhumdan sıyrılmış kemiklerimi boşluğa bırakıyorum
acısını unutmuş, acıyan bir şeyim aslında
selvi ormanların derinliğinde yankılanıyor sessizliğim
şehir kalabalıklarına aldırış etmeden yürüyorum
omuzda duran başın kerametini kendinde sanan insan
gafleti hal içinde ezerken taşlı yolları
ayağına batan gül dikeninden dahi şikâyetçi
hayat kimi için derin bir uyku ve uyanması zor bir rüya
yaşam vadisinden geçerken türlü tatlar alıyorum
üzüm tarlalarından evlere taşınan sarhoşluk
armut bahçelerindeki sarı yapraklarda sonbahar
yağmurun, denizin arkasında, ıslak yolların sonunda
insan biliminin ürettiğini çürüten ölüm gerçeği
ve her birimizin raylarından geçen öykümüzün treni
özlemlerimin ötesinde gerçeklerimi doldurduğum vagon
sıcak gülüşlerin arkasına saklanan soğuk benliğim
ip atlayan kaldırımlar ve top oynayan sokaklarım
balkondan bakkala iple sarkan neşe sepetim
evimin açık kapısı, kalbimin kilitli hücresi
yaşamak gezici bir ölüm aracı gibi uluorta dolaşırken
hıçkırıkları bavulla ve ört hüzünlerin üzerini
ölüme az, sabaha daha çok var…