bir şehrin sesini taşıdım göğsümde
yanmış tramvayların ray izlerini
ve dar sokaklarında inleyen duvarları
her taş bir dilek tuttu kendince
ama benim ellerimde yalnızca
kırılmış saatlerin iç organları kaldı
kim çekti beni bu çıkmaza
öyle ki…
bu sancı, bin yıl önce düşmüş içime
gövdemi yaran her darbe
geçmişin künyesini taşır
ve ben, kuşatılmış bir mürekkep gibi
her harfime tutsak
susarak çoğalıyorum kendi inkârımda
bir kitabın arasında unutulmuş gül gibi
kendi solgunluğuma bastım mühürleri
dilimi yonttum: ateşin kuyusunda
her cümle, başka bir sürgünün kalıntısı
ve ben —en çok da ben—
bir fısıltının kanla yıkanmış halini
saklıyordum gözbebeklerimin kıyısında
yıkıldığım her an
göğe bir isyan yükseldi
her çöküşümde
yeryüzü kendini inkâr etti
bir uygarlık yandı parmak uçlarımda
ve ellerim hâlâ
tufandan kalan son gemiyi arar
kendi yokluğuna liman olmak için
bana susmayı öğreten suret
dilimden asıldım dar ağacına
ve ey içime yutkunduğum sahra
sırtıma batan kırık kaburga
gör ki…
bir dağın intiharını nasıl taşıdığımı
yüzümdeki haritadan başka
rehber bırakmadım ardımda
ey zaman!
gözlerini kaçırma benden
ben sende yitirdim en mahrem seherimi
dudaklarıma çöken külleri
ve içime gömdüğüm kıyamları
unutma:
ben vardım
sana hiç dokunmadan
seni baştan sona yaşamış bir ben…
şimdi bir yanım
doğmamış bir çocuğun çığlığı
bir yanım
toprağa emanet edilmiş son şairin gölgesi
ve içimde hâlâ
bir çağrının aleviyle
koşan bir at var
ne adı var ne sahibi
yalnızca bir yöne—
zamansız, mekânsız, tarifsiz
ama daima içime
koşuyor, yanarak…