kaplumbağa süvarisi
girdiğim savaşlardan aldığım yaralar duruyor yüzümde
bilge haritası, zamana koordine edilmiş pusula
ayaklarım toz kaldırmayacak kadar yorgun artık
kaç yüzyıldır mekik dokuyorum bu patikalarda
çok muhabbetin tez ayrılık köyünden geçerken
kelebekler vadisinde bir ihvana düştü yolum
rengârenk bir hengâme, mutluluk kanatlanışı
tarz bir sevişme düellosunda,
ölüme eşik açıyorlardı…
içimin sana kanatlanışına benziyordu çırpınmaları
bir gün kabri gülistana düşmüştü yolum
en güzel ölüme burada şahit oldu gözlerim
bülbül gül’e figan, gül ölüme sarılmış
beygir iştahıyla koşarken cümle alem bal ardında
arıların gülleri yavrulama çağında öldürdüğünü öğrendim
sonra aklıma;
evimi sırtıma almadan önceki gençliğim geldi
bir zamanlar fil boğan karınca ordusuna komutanlık etmiş
bir ara da kelebeklere varis ilan edilmiştim
bunların hepsi mümkündü, eğer tanrı insanı yaratmasaydı
aşkın çağlara bilediği diş insanca kırılmadan evvel
dalın kırıklığı, yaprağın gidişine el sallardı
ve dağ yalnızlığı taşın yüzünü üşütmezdi mevsimsiz
denizin dolunayla sevişmesi, meltemin kumsala karışımı
lodos bir kopuşla çığ gibi süpürmezdi güzelliği
henüz Adem yoktu, Havva’da elmayı ısırmamıştı
şimdi bütün telaşlarını yüklenmiş
karmaşa içinde gördüğüm cümle canlıya
bir kaplumbağa atasözü
diyorum ki;
hızlı gitmek varmak değil menzile,
tez giden, er varmıştır ölüme…