tavanında yankı yok karanlığın
gölgeler birbirine dikişsiz kefen
ve her sessizlik,
düşmemiş çığlığın kanla mühürlenmiş taslağı
dilime konmayan kuşlar geçiyor içimden
gagalarında ölü alfabeler
uçurumun kıyısında unutulmuş ağızlar gibi
derin bir suskunlukla taşıyorlar adımı
topraktan türeyen bir hafızayla konuşuyorum
mezar taşları öğretiyor harfleri bana
ve ben,
yüzü olmayan zamana doğru eğiliyorum
kendi suretimi unutmadan önce
ay,
gökyüzüne sarkan asılsız hatıra şimdi
kırık lambaların altında sönmüş
geceden arta kalan son yanılgı gibi
yalnızlık,
milattan önceki gölge misali
geçiyor gözlerimin içinden
ne bir cümleye sığıyor
ne de suskunluğun ağırlığına
artık ne anılar var parmak uçlarımda
ne de geçmişe uzanan damar;
her hatıra, içime devrilmiş obruk
ve ben,
dudaksız duayım şimdi
tanrının bile geri çevirdiği ağızda
sonunda,
zamanın bile dönmeyeceği eşikte
kendi özümle çarpışıyorum
ve varlığımın enkazında
h’içliğin adını öğreniyorum