Ey nâr-ı sükût

Kim çağırır göç yollarında sessizliği
Hangi yıldız anlatır düşen kalbi
Ben içi yanık bir seher vaktiyim
Cemre düşmemiş toprağın sancısıyım
Karanlık bana süt verir gecelerden
Gök gürlerken, ağlayan bir bebek gibiyim

Hangi yabanlık eyledi seni böylesi içli
Hangi sükûtun kalbine serpildin usulca
Güneş hangi özlemle konar saçlarına
Hangi hayal düşer gözlerinin kıyısına

Ben kırık bir aynayım geçmişin
Yüzüme bakanlar, kendi acısını görür
Ayak izlerimi taşımaz kumlar
Rüzgâr bile unutur beni dönerken
Ey nâr-ı sükût, sen misin içimdeki yangın
Yoksa yangını çıkaran mı benim

Hangi varlıktan süzüldü bu ezgi
Rüzgâr nereden taşıdı ayak izlerini
Evrene ışık veren hangi nurdan varlığın
Sana dair bunca sır, ne zaman dile gelir

Ben bir yokuşum yorgun kalplere
Bana dokunan her aşk biraz eksilir
Bir çiçeğin soluşunu anlatamam kimseye
Güle benzettiğim hiçbir kalbi kıramam
Ben, en çok toprağın sessizliğine hayranım

Hangi damlanın kıyısından doğdun
Rüyaya kim çizdi silinmeyen hatıranı
Uzak hangi limanla saklar seni içimde
Yakınlık hangi yangınla işler adını

Ben dilsiz bir nehir gibiyim
Kendi yatağında, kendini boğan
Ne yana baksam, orada sen varsın
Ve sen, gözlerimin uykuyu unuttuğu suret
Ey nâr-ı sükût, kim öğretti sana
Bir kalbi böyle sabırla eritmeyi

Dağ hangi iç sese borçludur yankını
Hangi kelâm seninle saklar sırlarını
Seher hangi vakitte çıkar sana varmadan
Hangi duruş saklar sende sonsuzluğu

Ben sana benzemem, ama sana bükülürüm
Aklıma geldikçe, kendimden sökülürüm
İsmimi unuturum, adını andıkça
Gölgenle konuşurum geceleri
Ben seni sevdikçe, kendime eksilirim
Kendime eksildikçe, sana çoğalırım