duygular taburu endişe arazisinden geçiyor düşünceler vadisine tüfek çatıyor benliğim konuşsam… sorgularda vurulacak sözlerim sussam… lerze bir sallanışta kırılacağım levanti bir kalpte durmak zulümdür… ben ki...
bir zümrenin içinde zerre iken cihanda neden hiç ölmezmiş gibi dem vurulur dünyada… kavimler helakına yas tutan gözlerim Ken’ân diyarının öksüzü özüm vidali bir cenderenin içinde...
sırtımda taş devrinden kalma bir ağrı ağrıyan yanımın emsiz reçetesi sevdalar anlaşılmazlığın kenar mahallesi benliğim bunca yüke rağmen günahlarımı giyinip mavera’dan geldim dünyanın bu arsız kuyularına...
Dehlizime saklı ruhumun cüretkarlığı Mavi düş, siyah ölüm ve yokluğun Hangi aynaya baksam yüzüm kırık Ezelden seyyah ebede varmaya menzilim Ölüm ardım sıra, koşar adım Perçem...
attığın taşlar sekerken su yüzünde kırık sesinde irkildi gece düşlerim serçe kanatlanışı, balık kaçışı içim gecenin sessizliğinde katmanlı çığlık su kanıyor, ay utançla bakıyor yüzüme dünya...
aklımda İlya bir dehşet bu gidiş bir gövde gösterisi kerahetli bir kışkırtma eski sovyetlerden kalma, bir kızıl terör Sarıkamış misali beyaz bir ölüm… beni böyle vuracaksan...
zaman ömrümün kamburunda ağır yük kalburda elenmez gözüme dolan kum kervanlar geçiyor içimin tenhalarından çöl yalnızlığı, kum fırtınası kan damlıyor avuç boşluklarıma ey kuş tüyü sevdalardan...
omuz tozlarımın kalktığı bir ekin zamanı akça dallarında armut sarısı yokluğun kızıl güneş gibi alnıma çatıyor ve hasretin köstebek misali eşiyor içimi mazbatasını ağustos böceklerine verme...
ömrün mahzeninde ez(v)a kavrulmuşluğum kaç bin yıldan kalma omuzlarımdaki bu yük göğ(s)üm yorgun, zaman aşırganı omuzlarım kekre bir tat, üşüten bir lodos içimin akşamları giyinsem, esvabım...