bu şiir sana değil,
susmayı bilen eşyalara,
kırık camın ardında bekleyen sandalyeye,
zamanın bile terk ettiği,
tozun gölgesiyle duran duvar saatine
vakit ilerliyor ama hiçbir şey değişmiyor
aynı odalarda, aynı ayak izleriyle dönüp duruyorum
kaç kez geçtim bu koridordan, bilmiyorum
aynadaki yüz artık bana ait değil
gözlerimden süzülen yaş,
çatlamış bir zemine düşen damla gibi
derinleşiyor ama yankı vermiyor
kapının eşiğinde unutulmuş bir ayakkabı gibi bekliyorum
içimde boşluk büyüdükçe büyüyor
hiçbir şey artık beni tamamlamıyor
bu şiir sana değil
toza gömülmüş kitaplara,
yıllardır açılmayan çekmecelere,
içinde tek bir ses kalmamış boş odalara…
zaman, aynı ağırlıkla çöküyor üstüme
ne eksiliyor, ne tamamlanıyor
öfkem arada bir kalkıyor
ama genelde yere çakılıyor
ve hiçbir yere varmıyor
bir gidişin var, sesi hâlâ hafızamda
ama sureti çoktan silindi
kelimeler, yankısı kaybolmuş bir dua gibi
cevapsız, unutulmuş ve eksik
bu şiir sana değil
suskunluğu büyüten duvarlara
çivisiz kalmış çerçevelere
kırık aynalara
ve boşluğa bakan pencerelere
geçmiş, eski bir radyo gibi
hep aynı frekansta
hep aynı cızırtıyla çalıyor
sustukça ağırlaşıyor odalar
konuşsam, kim duyar, bilmiyorum
göğe bakıyorum, göğe…
yırtık cebime sokup ellerimi
yaslandığım kerpiç duvarın gölgesinde
bir sigara yakıyorum
içimden, hiç bilmediğim bir dilde konuşuyorum kendimle
bu dünya, soğuk olduğunu söyleyen o yaşlı kadını haklı çıkardı
ve biz, modern köleliğin yeni erleri
olan bitene korkakça gözlerimizi kapatıyoruz
bu şiir sana değil,
uzun süredir aranan insan haklarına
mülkün temeli için gereken adalete
güçlüden yana değil, haklıdan yana olan sisteme
vicdanı hala diri olan yürekli insanlara…
bu şiir sana değil,
yitik bir hafızanın yeniden kendini hatırlama ümidine…