bir zamanlar,
eflatun düşler konardı damlarımıza
mor salkımlar sarardı kerpiç duvarları
balkonlara asılı saksılar,
güneşe yüzünü dönen çiçeklerle dolardı
sabahları telaşla evden çıkardı ahali
henüz yeni içilen çayın tazeliği,
sıcak bir tebessümle inerdi sokağa
çarşı esnafı,
kepenkleri gıcırdata gıcırdata kaldırırdı
bereketi mevladan beklenen bir inançla
komşular birbirine siftah atardı
ikindi vakti,
sohbetin demi inerdi kaldırımlara
ince belli bardaklarda dönen kaşık sesi
diğerine haber ederdi muhabbetin derinliğini
akşamlar sobanın yanında geçerdi
kestane kokusu sarardı uzun odaları
duvara sırt vermiş çocuklar,
gülmenin baharını taşırdı gamzelerinde
meydanlara kurulurdu düğün/dernek
halay kök salardı toprağın özlemine
horon, dalgalara ulaşmak istercesine hızlanır,
zeybek, gökyüzü kadar vakur süzülürdü
ama uzaklardan bir hüzün esirdi bazen…
Tuna, kendini geçmişin acılarıyla hatırlatırdı
Meriç, kaybolmuş mektupların gözyaşı olurdu
Fırat, çocuk seslerini alıp götürürdü bilinmezlere
Dicle ise, bin yıllık türkülerle akıp giderdi
ama yine de güzeldi…
siyah önlükler içinde
sağ/sol kavgalarımız,
aydınlık yarınlara umut taşıyordu
beyaz yakalarımızda
zaman geçti, döngü değişti
biz de evrildik zamanla birlikte
sığdıramadık kendimizi bir mutluluğa
ve…
modern yaşam kumpasıyla koptuk özümüzden
neyse işte..
gri duvarların içinde unutuldu sesler
uzun odalar sessizliğe büründü
balkonlardan seslenen anneler sustu
kapı önlerinde biriken neşe izleri,
rüzgâra karıştı
ve şimdi, her şey uzak…
her şey kırkı çıkmamış ölüm acısı
nehrin sırtında süzülüp,
hiçbir kıyıya varamayan hatıralar,
siyah beyaz film gibi…
geçip gidiyor gözlerimden.