zamansızlığın haritasında çizgisiz bir ızdırap gibi,
kalbimi astım güneşin kan terleyen alnına
gülüşlerin kevser ırmağından yüzüme vurdukça,
suretimde bir yıldız kümesi infilak etti
göğsüm, içinde yankı bırakan uçurumlara dönüştü…
gam, sessizliğin en keskin ucundan yürüdü içime;
her sükût, bedenimde taş duvarlar ördü zamana
ba’har değil — bir ağıt, ıtır gibi süzüldü buklelerinden
harfleri köze yazdım, mührü kanla basıp,
özlemi mektuba iliştirdim
her dizede senden biraz daha sürgün oldum,
tahrif olmuş bakışlarınla çarpıştı mevsimlerim
ve bir çağ, gözkapaklarımda kristalleşti.
ey gönlümün mihrapsız mabedi!
kirpiklerime musalla kuran bakışların
susuz bozkırda bir serap gibi unuttu beni…
ruhum, artık sığmıyor göğsümün dar kafesine,
lisanım — unutulmuş bir mezar taşı suskunluğunda,
ve yalnızlığım…
her seher vaktinde, yokluğunu üflüyor suretime
firkatin dokudu ilk akları saçlarıma,
mecmuaların ara satırlarında seni harf harf eledim
benliğim her kıvılcımda biraz daha köz oldu,
her yanış, seninle yazılan gizli bir secdeye dönüştü
ey sızının içinden doğan sevinç!
omuzlarıma çöktü sensizliğin kafdağı,
gökyüzüm — iki yıldız aralığında sıkıştı sonsuzluğa
damarlarımda resmedildi yoksunluğun haritası,
bakışlarım bile menekşelerden geri çekildi…
renkler soldu, kokular silindi, vakit suskunlaştı
gün ne ara geceye vardı / fark edemedim…
ah…
bana zümrenin mirası kırık kürek,
sabahsız gecelerimde kesik bilek,
firari uykularımda esrik dilek,
uyuyabilmek için göz kapaklarımı iğneyle diktim
diktim de, kan sızdı çeperlerimden
cancağızım…
sensiz her soluk, içime çöken bir kıyamet,
ve ben…
titreyen bir sonbahar şiiri gibi
hangi ayda doğduysa hasret, orada dökülüyorum
ey gözlerimde dinmeyen yara!
ne ödül istedim ne ceza bekledim…
sadece sana mühürlü, sana adanmış
bir kalp taşıyorum — çağlardan da öteye.